1. Anasayfa
  2. AskerOL Blog

Dinler Ortadan Kalkıyor Mu?

Dinler Ortadan Kalkıyor Mu?
0

“Dinler zayıflıyor” “Bilim dinin yerini alıyor” “İnsanlık, dinin boyunduruğundan kurtuluyor!” gibi söylemleri çokça duyuyoruz. Esasında bakıldığı zaman içi boş söylemler de değiller. Çünkü toplumsal gerçeklere baktığımızda sekülerizmin yavaş yavaş toplumu ele geçirdiğine tanık olmaktayız. Tabi burada “sekülerizm” kavramına da bir açıklık getirmek gerekiyor. Zira ‘sekülerizm’ dendiğinde insanların aklına hemen “laiklik” gelmekte ve ifadenin sonu beklenmeden eleştiriler ardı ardına sıralanmaktadır. Maalesef toplumumuzda böyle bir yanlış algının olduğunu da söylemeden geçemeyeceğiz. Çünkü insanlar maalesef sekülerizm ile laiklik arasındaki farkı bilmemekte ve her iki kavramı da birbiri yerine kullanabilmektedirler. Peki her iki kavram arasındaki fark ne ve bu farkın bizler için ne gibi bir önemi var?
Öncelikle sekülerizmi ele alacak olursak, sekülerizm: Toplumun dini hassasiyetlerinin azalması yani dünyevileşme anlamına gelmekte olup sosyolojinin yani “toplum biliminin” konusunu oluşturmaktadır. Laikliği ele alacak olursak da: Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelmekte olup hukuk biliminin alanına girmektedir. Yani biz sekülerizmi eleştirdiğimiz zaman bir devlet mekanizması olan laikliği değil, toplumun dini alandan uzaklaşması anlamında dünyevileşmeyi kast etmekteyiz. Yazının başında bu tür bir bilgi yanlışını düzeltmek ilerleyen bölümlerde yapılacak haksız eleştirilerin önüne geçmek içindi.
Peki, kaldığımız yerden devam edecek olursak, insanların dini bağlarının gitgide zayıfladığını görmekteyiz. Bu ne anlama geliyor? Bildiğiniz üzere her din, müntesipleri yani bağlıları üzerinden yaşamına devam etmektedir. Tıpkı dil gibi. Diller de onları konuşan insanlar var oldukça yaşıyor, o insanlar yok olunca da yok oluyorlar. Örneğin bugün antik çağlardan günümüze kalan birçok eserin çözülememesinin nedeni bu dilleri bilen kimsenin olmamasıdır. Aynı şekilde, geçmişte var olmuş pek çok dini inanç da aynı nedenden dolayı bugün varlığını devam ettirememektedir. Peki bu durum günümüz inançları için de geçerli midir? Elbette. Bu yüzden de her dini inanç sistemi kendi müntesiplerinin sayısını çoğaltmak uğraşındadır. Bu ya misyonerlik faaliyetleriyle veya bir kişi veya toplumun kendi isteğiyle, o dinden etkilenerek geçiş yapmasıyla olur. Bazen de baskıyla olur ki buna en acı örnek sömürgelerdir. Sadece ekonomik kaynakları sömürülmeyen bu toplumların aynı zamanda geleneksel inanışları ve dilleri de zorunlu asimilasyona tabi tutulmuştur. “Bugün Afrika’da Fransızcanın ne işi var?” diye soracak olursanız şüphesiz cevap “sömürge düzeni” olacaktır.
Yani bugün her sistem varoluş mücadelesi vermektedir. Bu, ister devlet ister dil isterse de din olsun aynıdır. Bundan bin yıl önce var olan devletlere baktığınızda bugün hiçbiri ayakta değildir. Buna “zamanın gücü” diyebiliriz. Bu yüzden konuyu sadece din ekseninde düşünmemek gerekir ama esas değineceğimiz mesele din olduğu için bu yazıda diğer konulara girmeyeceğiz. Ama öncelikle din derken ne anlamamız gerektiğine bakmamız gerekir? Zira eğer dini anlayamazsak ve bir sınır koyamazsak yapacağımız tespit din olmayan fikirleri de kapsayacağından doğru sonuca ulaşmamız mümkün olmayabilir.

Din Nedir?

Eminim ki herkes az çok dinin ne olduğu hakkında bir fikir sahibidir. “Tanrı, melekler, şeytanlarla dolu mistik anlatımlar” gibi kaba bir fikir yürütülebilir bu konuda ama din kesinlikle bundan daha fazlasıdır. Din bir hayat tarzı, bir yaşam biçimi, bir sosyal düzen oluşturucudur. İnsanlara günlük işlerinde bir yol çizer ve çizdiği yol Tanrının olduğu belirtilen alanlardan geçer. Yani Tanrı bir yol çizmiştir ve bu yol herkes için mutlak iyi ve güzel olandır. Bu yolun dışı ise sapkınlığın ve her türlü kötülüğe sebep olabilecek davranışların yoludur. Bu yüzden eğer insanlar birlikte barış ve huzur içinde yaşamak ve daha sonra Tanrı tarafından kendilerine vaad edilen topraklarda -ki literatürde buna “cennet, uçmak, valhalla…” gibi çeşitli isimler verilmektedir- ebedi bir şekilde bulunmak istiyorlarsa bu emirlere uymaları istenir. Yani dinin, dünyevi kurallardan farklı olarak fanı insanoğlu için ebedi ve güzel bir hayat vaadinde bulunduğunu görürüz. Ve yine dünyevi kurallardan farklı olarak hemen her dini inanışta bir de kötülerin cezalandırıldığı bir cehennemin olduğu görülür. Olması gereken de budur. Sadece ödül vaad etmek yetmez, bunun yanında bir de cezalandırmanın da olması gerekir. Günümüz hukuk sistemlerine baktığımızda yaptırım gücüyle desteklenmeyen hiçbir hukuki sistemin ayakta duramadığını görmekteyiz.
Din konusunu kısaca toparlayacak olursak, insanlara Tanrıdan geldiği ifade edilen ve kendisine tabi olanları iki dünyada da kurtuluşa erdireceğine inanılan ve tabi olmayanların da iki dünyada azap göreceği veya mutlu ve huzurlu bir hayat süremeyeceğini öne süren ilahi kurallar bütünü olduğunu söyleyebiliriz.

Pek ama din insanlığa mutluluğu ve başka ebedi bir dünyada ebedi bir yaşamı müjdeliyorsa insanlar bundan neden uzak durmaktadır? Bu soruya elbette ki birçok yanıt verilebilir ve muhtemelen bunların hemen hepsi doğru tespitler olacaktır ama bizim burada üzerinde duracağız ve bu durumun sorumlusu olduğunu düşündüğümüz iki durum söz konusu. Bunlardan ilki “din adına sahtekarlık” ve ikincisi de “dinin öngördüğü şartlardır”.
Din adına sahtekarlık dediğimiz şey, dinin insanlar eliyle aslından uzaklaştırılması ve onu elinde bulunduran karın menfaatine hizmet etmesidir. Katolik kilisesinin tarih boyunca yaptığı uygulamalar buna gösterilebilecek en iyi örneklerdir. Daha sonra, yaptığı tüm o uygulamaların esasında dinin içinde var olmadığı kanıtlansa da bugün hâlâ bu kilisenin çok fazla bağlısının bulunması şaşırtıcı gibi görünse de aslında değildir. Zira bugün Katolikliğin hüküm sürdüğü hemen her yer daha önce Katolik Avrupa ülkeleri tarafından sömürgeleştirilmiş yoksul ülkelerdir. Elbette ki din adına sahtekarlığın tek örneği Katolik kilisesi değildir. Bugün aynı durumun Hinduizm, Yahudilik, Budizm gibi pekçok inanışta da görülmesi, insanların din adına yapılan sahtekarlıklarla ne derece kandırıldığını gözler önüne sermektedir. Hinduizm’in kökeninde tek Tanrıcı bir din olması, Tevrat’ın tahrif edildiğinin ispatlanması, Budizm’in süreç içerisinde değiştirildiğinin kabul edilmesi ve yeniden düzenlenme yoluna gidilmesi gibi pekçok örnek bu inanışların mensuplarını doğal olarak başka yollara sevk etmektedir.
İkincil olarak da dinin öngördüğü şartların insanlara belirli yükümlülükler yüklemesi ve bu yükümlülüklerin insanlara ağır gelmesiyle birlikte dinde yaşanan büyük kopukluktan söz edilebilir. Örneğin içki, zina, kumar, katl (adam öldürme) gibi yasakların ve oruç, zekat, kurban kesme, namaz, ayin gibi ibadetlerin olması insanlara ağır gelebilmekte ve onları inançlarından kopmaya sevk edebilmektedir. Yani bu her iki durumun yani din adına sahtekarlığın ve dini ibadetlerin ağırlığı birlikte de etki yapabilmekte ve insanları büyük kopuşlara yönlendirebilmektedir. Bunun en büyük örneği Avrupa’da yaşanmıştır. Katolik kilisesinin din adına yaptığı uygulamaların geçersizliği, ibadet koşullarının ağırlığı, dine karşı çıkmanın cezası ve din adına alınan bağışlarla din adamlarının zenginleşmesi, halkın fakirleşmesi gibi pekçok neden Avrupalıların ya dinden tamamen ayrılmalarına veya dini yaşayışa uzak kalmalarına sebep olmuştur. Aslında bu durumun en büyük sebebinin Avrupa’da manastır – kilise çatışmasının başlattığı ve manastırların ezilmesiyle sonuçlanan olayların ardından yaşananların sebep olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Nitekim dindar olan manastırlar, o dönem iyice sekülerleşen kilisenin, dini kendi çıkarlarına alet etmesine karşı çıkmış, kiliseyi yozlaşmakla suçlamışlardır.

Kilise – Manastır Mücadelesi

Katolik Kilisesi tarihin en köklü kurumlarından biridir. En güçlü dönemini 11-13. yüzyıllar arasında yaşayan bu kurum esasında Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinden sonra ortaya çıkan ikili yapıda, Ortodoks Doğu Roma’nın karşısında duran dini bir kurum olarak ortaya çıksa da sonrasında Batı Roma’nın yıkılmasıyla birlikte Avrupa’da ortaya çıkan siyasi istikrarsızlıktan faydalanarak tıpkı diğer otoriteler gibi kendince feodal bir düzen kurmuş ve siyasi bir güç halini almıştır. Yani esasında Katolik Kilisesi hem dini hem de dünyevi bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Buna karşın münzevi dindar keşişlerin kiliselerden farklı olarak sosyal hayattan uzak bir yaşamı benimsemeleri onları kilise sisteminden uzaklaştırmıştır. Bu uzaklaşma zamanla Katolik Kilisesi’nin, dini kendi çıkarlarına alet etmesi üzerine çatışmaya dönüşmüş ve büyük bir ayrılığa sebebiyet vermiştir. Fakat Papa’nın krallara taç giydirecek derecede siyasi olarak etkin olması manastırların Papa’ya bağlı devletlerce ezilmesiyle sonuçlanacaktır. Kiliselerin bu derece dünyevileşmesi doğal olarak şahsi çıkarları ve bu da kitlesel tepkileri doğurmuştur. Avrupa’da ortaya çıkan Reform hareketleri bunun en doğal sonucudur. Reform hareketleri sonucu ortaya çıkan yüzlerce yeni mezheple birlikte dini yapı zayıflamış ve Sanayi Devrimiyle dinin etkisi yok denecek kadar azalmıştır. Fakat günümüze baktığımızda ortaçağda imza attığı onca yanlış karara rağmen Katolik Kilisesinin hâlâ ayakta durduğunu görmekteyiz. Bunun en temel nedeni işte kilisenin bu seküler yapısıdır. Etliye sütlüye karışmayan bir dini kurumu kim istemez ki?
Elbette ki her şeyi kilisesinin yaptıklarına bağlamak da doğru olmaz. Sonuçta insanların refah seviyesinin artması da dini bağların zayıflamasında önemli bir etkendir ama dinin güvenilirliğini kaybetmesiyle birlikte bu durum ortaya çıkar. Bu noktada ilginç konuya değinmesek olmaz. O da şudur: Genelde ülkemizde kendilerini bir dine ait hissetmeyen insanlar Avrupa’daki Rönesans ve reform hareketlerini örnek vererek Avrupalıların dini bırakarak teknolojik ve medeni hayatta ilerlediklerinden dem vurur ve inançlı kesimin varlığı yüzünden ülkemizin gelişmediğini öne sürerler. Bu ifade kesinlikle yanlış bir ifadedir. Çünkü ne burası bir Avrupa ülkesidir ve ne de biz bir Hristiyanızdır. Yani Avrupa’nın şartlarını kendi içinde değerlendirmek gerekir. Sonuçta iki farklı kutuptan söz etmekteyiz. Benzer şekilde düşünecek olursak da doğu devletlerinin batı karşısında yükselişi de İslam’ı kabul ettikleri döneme denk gelmektedir. Aynı mantıkla düşünürsek Avrupa’nın o dönemki geri kalmışlığı İslam’ı kabul etmemesinden dolayıdır diyebilir miyiz? Elbette ki diyemeyiz. Kaldı ki bugün Batı ve dünya tarihine bilimsel keşifleri ve eserleriyle damga vurmuş birçok ismin dindar, dine önem veren veya en azından bir Tanrıya inanan bireyler olduğunu görmekteyiz.
Sonuç olarak, insanların bugün dinlere olan bakışının olumsuz gibi görünmesinin sebebi büyük oranda tarihte yapılmış hatalara dayanmaktadır. Etkileri bugün de devam eden bu durumu en iyi özetleyen ifade herhalde Nietzsche’nin ”Tanrı öldü! “ sözüdür. Bugün insanlarca çokça yanlış anlaşılan bu söz esasında insanların sekülerleșmelerinin farkına varamamalarından dem vurmaktadır. Toplumsal hayata hiçbir etkisi bulunmayan bir Tanrıya inanmayı “Tanrı öldü! “ sözüyle ifade etmesi de bundandır. Yüce değerler gözden düşmüştür artık ve insanlığın başka amaçlar ve yüce değerler edinmesi gerektiğini de söyler Nietzsche. Çünkü insanlar hayatlarına anlam katamadıkları zaman boşluğa düşerler ve bu boşluk kişilerin hayatında büyük olumsuzluklara sebebiyet verebilir.
Yani insanlar Tanrıya inanmak yerine daha farklı amaçlar edinmektedirler ve dini düşüncelerden uzaklaşmaktadırlar. Dinlerin inanç temelli olduğu düşünüldüğünde bir dine inanmak veya inanmamak normal olarak algılanmalı. İnananların azalması veya çoğalması sorun yaratma ali. Tabi eğer o dinden çıkar elde etmeye çalışan birtakım kesimler yoksa. Nitekim bugün dünyada “Dinler arası diyalog” olarak adlandırılan, başını Katolik kilisesinin çektiği ve tüm dinleri ortak bir paydada buluşturmayı amaçlayan hareketin temelinde tüm inançlı insanları Katolikleștirmek olduğu yıllardan beri yazılıp çizilmektedir.

İlginizi Çekebilir

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.